20 Ekim 2010 Çarşamba

Zor Zamanlar1- Ergenlik


"It was the best of times, it was the worst of times" diye giriş yapasım geldi çok pis^^ Bir de neden Zor Zamanlar-1 dediğimi bilmiyorum, 2.si ne olabilir ki, ancak menopoz. Ona da yıllar var, neyse konuya dönelim. Daha önce ergenlikte Keanu ile olan ilişkimizden bahsettiğim şöyle bir yazım, bir de yeme içme alışkanlıklarımdan bahsettiğim bir yazım vardı. Yani takip edenler ergenliğimle ilgili önceden ipucu aldılar, ama ben şöyle baştan anlatmak istedim.


Önce genel olarak insanoğlu ergenlikte hangi iğrenç süreçlerden geçer biliriz. Erkek kısmısı çatlak seslerinden, kızlar birden büyüyen bazı yerlerinden (niye nazikleştiysem, meme lan işte) utanmıştır mutlaka. Erkekler potansiyel birer Tecavüzcü Coşkun'a dönerken, kızlar daha bir utangaç takılır bu dönemde. Eh erkeklerin de tek yapabildiği kızların eteğini açmaya çalışmak veya tokalarını alıp kaçmak gibi abazanca eylemlerdir. Yüzü basan sivilceler, kızların regl ile tanışması, alınan kilolar vb.dense hiç bahsetmiyorum. Kişi ucubeye döner anacım. Dönmeyen bir kısım teenager da vardır, onlar da zaten okulun popüler kızları olma mertebesine erişirler. Ben hiç bir zaman o grupta değildim tahmin edeceğiniz üzre.


İşin ruhsal boyutuna girerken azcık işi kişisele de dökeyim. Ergen kişi kendini dünyanın merkezi sanar. Ben o dönemde kişinin "Şizofreni başlangıcı" gibi bir hastalıktan muzdarip olduğunu düşünüyorum, bu konuda bilimsel çalışmalarım sürüyor^^ Yoksa bilemiyorum o ruh halini başka nasıl açıklayabiliriz ki. Şahsen ben sınıftaki bütün erkeklerin bana aşık olduğunu sanırdım. İnan olsun, derste üzerimdeki bakışlar yüzünden konsantrasyon sorunu yaşardım, fazla ilgiden bıkmıştım. Tabi az biraz büyüyünce bunların tamamen bir sanrı olduğu dank etti, gerçi bir yandan hala mümkün olduğuna da inanıyorum zira ergen erkekler "Kız olsun çamurdan olsun hacı" modunda olduklarından önüne geleni kesiyor da olabilirler^^(aşıklardı lan işte:D)


Bir de evde çıkan "Ergen vs. Ebeveyn Savaşları" var ki aman diyim. Annemle babam hep benim kötülüğümü düşünürlerdi, her yaptıkları bana karşıydı, kimse beni anlamıyordu. Beni anlayan sadece Kurt Cobain'di, bak zamanında benim için şarkılar bilem yazmıştı. Kurt Cobain'e olan aşkım başka bir yazının konusu, ama mektuplar da yazdığımı düşünürsek tek açıklamam o yıllarda "nekrofili" olduğum. Aile ile yapılan kavgalara dönersek tek yaptığım buluttan nem kapıp "Sizi sevmiyorum, liv mi elon pılizz" şeklinde höykürmekti. Yaratığa benzediğimi söylemiştim baştan.


Bir de giyim var ki evlere şenlik. O dönem çekilen ucubik fotolarımı sersem önünüze insanlığınızdan utanırsınız, ibret tablosu resmen. Bol pantolonlar, özel olarak yaptırılan Nirvana'lı t-shirtler, çakma converse'ler (o zaman yaygın değildi şimdiki gibi). En kötüsü ise pantolonuma zincir, dudağıma küpe takacak kadar ileri gitmemdi! Aslında kıkırdağa takma amaçlı aldığım geçirmeli küpeyi "Neden olmasın" diyerek piercing niyetine dudağıma taktığım anı hala hatırlarım. İşin garibi, tek arızalı ben değildim, benden sonra bir kaç arkadaşım daha özenip aynısını yaptı. Trendleri belirliyordum oğlum, küçümsemeyin beni. O şahane giysilerin yanında bir de kapkara bir makyajla pandaya benzediğimde evrim tamamlanıyordu!


Yemeklerle aram da maalesef çok iyiydi, tam da hormon patlaması olan acayip dönemde bana sağlam bir şekilde kilo olarak dönmüştü, acı günlerdi... Rock ve metal dinlediğimiz o asi yıllarda yaptığımız çılgınca (dürüst olalım gerzekçe) eylemler şunlardı. Evde son ses müzikle tepinmek, okuldan kaçıp sabahın köründe bira içmek (bak bunun amacını hala çözemedim, parkın ortasında gazeteye sarılı biraları götürmek?), akşam 25 kilo siyah göz kalemi kullanarak yapılan makyajla parka gidip, sigara içmek??!. Bunu yaparken o dönemler en az bizim kadar gerzek olan bir diğer topluluk olan hiphapçı dediğimiz tayfanın basketbol sahasındaki break dance şovunu izlemek? Arada onlarla kavga etmek!? Yok lan devam edemicem, bu ne be rezalet. Daha fazla yazarsam nefret etceksiniz benden.


İşte şimdi bu blogu takip listenizden atabilirsiniz:D

12 Ekim 2010 Salı

Mim...

Joey'm Potter'ım beni mimlemiş, mim anket havasında. Gayet basit soru cevap şeklinde. Hadi başlayalım bakalım :D

1. Lakabın var mı, varsa nedir?
Aslında öyle herkesçe kullanılan bir lakabım yok. Ama Öz yada Özüm diyenler olur sıkça, ismimden ötürü tabi^^

2. Son zamanlarda diline dolanan şarkı?
Dilime dolanan şarkıları genelde izlediğim şeyler belirliyor, en son izlediğim animenin açılış parçası (Lonely in Gorgeous) dilime dolandı, bir de bir aralar çok sevdiğim şu eski şarkıya (Begin Again) tekrar sardım bu ara.

3.En son ne zaman, neye ve kime aşık oldun?
Joey en güzel cevabı vermiş, aynen katılıyorum. Aşkın kendisine:)

4. En son okuduğun kitap ve izlediğin film?
Kitap olarak yıllar sonra tekrar Çavdar Tarlasında Çocuklar'ı okudum(Catcher in the rye/Garip olan okuduğum sıralarda izlediğim Paradise Kiss'teki karakter de aynı kitabı okuyordu), film olaraksa 2046'yı izledim.

5. Son zamanlarda en çok özlediğin?
Anne ve babamı hep özlerim, ama artık aynı evde yaşamadığımdan ablamı da özlüyorum. (Burayı okursa hemen poposu kalkar ama^^)

6. Bir günlüğüne ünlü biri (oyuncu,şarkıcı, politikacı vs.) olma hakkı verilseydi kim olurdun?
Vanessa Paradis (Johnny Depp'in eşi). Evet çok sığ bir cevap oldu:D

7.Yarın sabahki ilk planın?
Temizlik yapicim, maalesef :(

8. En sevdiğin huyun?
İnsanları dış görünüşe göre değerlendirmem, dışlamam yada dalga geçmem. Bunu yapanlardan nefret ederim.

9. Şu anki bölümünde/mesleğinde olmasaydın, ne olurdun?
Muhtemelen sanatla ilgili bir şeyler yapmak isterdim. Yazarlık yada kamera arkası gibi.

10. Okurken en zevk aldığın 3 blog?
Çok zor bir soru. Ne desem bilemedim. Biraz Joey'den kopya çekicem:D
1. Tüm uzak doğu blogları(Yani diğer blogumdaki listemde bulunanların hepsi)
2. Dramabeans (Joey ile aynı oldu ama hergün ilk iş bakarım buraya, hayatta yazılarını kaçırmam)
3. Hyperboleandahalf (Bir arkadaşım tavsiye etmişti, o günden beri yarılarak okuyorum)

Şimdi gelelim mimlenenlere, Mia Wallace, Düş Bahçesi ve doğumgünü hedayesi olarak Astrea'ya gitsin:))

7 Ekim 2010 Perşembe

Çalıkuşu-Unutulmayanlardan...


Neresinden başlayıp, nasıl anlatsam ki bu diziyi şimdi. Bundan 10 yıl öncesorsanız en sevdiğim Türk dizisi derdim, bugün hala aynı cevabı verebilirim. İlk kez ne zaman izledim, her diyaloğunu, sahnesini izledim gerçekten hatırlamıyorum. Trt tekrarını ne kadar verdiyse o kadar izledim sanırım. Her rastladığımda sabahın köründe yada geceyarısı yayınlansa bile, aynı sadakatle izlerim.

Bu diziye olan beğenimi paylaşırken izlemeyen birine rastladıysam hemen tepesine binip zorla izletiyorum. Bilemiyorum bugün izleyen biri o müziğin yadasahnelerin bana hissettirdiği nostaljiyi yaşayamaz sanırım ama bu açıdan eksik kalsa da ben herkesin bu diziyi beğeneceğine inanıyorum.

Bugün müzik klasörlerimi didiklerken müziğine rastlayınca, izlemeyenlere tanıtmak, izleyenlerle de iki kelam etmek için bu yazıyı yazayım dedim.
Konuya dönersek hepimiz Reşat Nuri Güntekin'in Çalıkuşu romanını biliriz, pek çok okulda okutulmuş, okutulmayanlarda da bahsi geçmiştir mutlaka. Ben romanıdiziyi izledikten sonra okudum tabi, herhalde diziyi ilk izlediğimde okuma yazmam bile yoktu. Lisede diziyi artık ezberledikten sonra okudum, okuyunca da dizinin ne kadar başarılı bir uyarlama olduğunu görüp şaşırmıştım. Eh bünye alışık değil tabi, hele bugünlerde. Bu bir varsayımdan öteye gitmeyecek ama eğer romanı önce okusaydım da dizinin başarısına dair düşüncelerim değişmezdi sanırım.

Hikayeyi biliyoruz ama bilmeyen varsa özetleyelim. Feride anne ve babasını küçük yaşta kaybediyor. Yatılı okullarda büyürken bir yandan yazlarını teyzesinin evinde geçiriyor. Çalıkuşu lakabını alma nedeniyse ağaç tepelerinden inmeyen haylazın biri olması. Erkek gibi bir çocuk Feride, yani teyzesinin narin oğlu Kamuran'ın tam zıttı. Ancak bu insanların onu sevmesine engel değil, tam şeytan tüyüne sahip tiplerden.




Zamanla Feride ve Kamuran arasında bir aşk doğuyor. Tabi inat Feride bunu hemen kabul edecek değil. Ancak Kamuran'ın sürekli onu çeşitli bahanelerle ziyaret etmesi, ikisinin bitmek bilmeyen kavgaları, birbirleriyle uğraşmaları ev ahalisinin dikkatinden kaçmıyor. Tabi o yıllarda iki kuzenin evliliği normal bir şey, bu yüzden eseri eleştirenler yazıldığı dönemi göz önünde bulundurmalı. Neyse uzatmayalım, işte nişan ardından düğün dernek hazırlıkları derken Feride hiç öğrenmek istemeyeceği bir şey öğreniyor("Şşşt küçük hanım" hala içime sıkıntılarsokan bir cümledir) ve tüm ailesini, geçmişini ardında bırakıp, bohçayı toplayıp ayrılıyor evinden ve Kamuran'dan tabi ki.



Kitabın devamında ise Feride'nin o çağda ve toplumda tek başına, bekar bir bayan olarak hayatta kalma çabası var. Bu açıdan ilk feminist Türk romanlarından bilesayılabilir ve çağının fersah fersah ötesindedir bana göre. Feride bu yolculuğunda çok iyi insanlarla da karşılaşır, kötülerle de tabi ki. Çok kişiyi sever belki de daha fazlasına kendini sevdirir. Aklıma ilk gelenler Mine Çayıroğlu ve Sadri Alışık'ın canlandırdığı karakterler bunların içinden. Eşref Kolçak da var tabi, az ağlatmadı her seferinde.



Bu vesileyle yavaştan diziye girelim bakalım. Bu diziyi benzerlerinden ilk ayıran bir uyarlama olarak başarısıdır bana göre. Kitaba sadık kalmış, bunu hiç de sıkıcı ve histen yoksun olmayan bir şekilde başarmıştır. Zaten roman da sürükleyici bir konu, elle tutulur karakterlere sahip olduğundan aslında yazar zaten işin büyük kısmını kotarmış diyebiliriz. Kadro da çok sağlamdır tabi Feride rolünde Aydan Şener, Kamuran rolünde Kenan Kalav tüm hayatları boyunca yetecek bir başarısağlamışlar, karakterlere cuk oturmuşlardır. Tabi bence onlardan da başarılı asıl kadroyu burda saymaya kalkarsam bitmez, birkaçının ismini verdim daha önce. Dönemin büyük, baba oyuncularından kimi ararsak var ama Sadri Alışık o zaten kağıt üzerindeki hali bile şahane olan tatlı sert karaktere hayat verişiyle kalbimde ayrı bir yere sahiptir.


Mesela ben bugün izlediğim dizilerin diyaloglarını böyle vurucu bulmuyorum, aşkın ifade ediliş şekli ne şekilde slenirse allanıp pullanırsa pullansın, bana yavan geliyor. Az önce Çalıkuşu videosunu izlerken bunu daha iyi anladım. Video konuşma içermese de, dediklerinin hepsini anladığımı gördüm şaşırarak dudaklarını okudum resmen. Tamam ben de çok izlemiş olabilirim:P ama yine de bir kere izlesem de unutmayabilirdim. "Gülbeşeker'i sevdim de" ile başlayan diyalog mesela, ne güzel bir zorla aşk itirafı alıştır öyle. Kamuran'ın en sonunda "Ben Gülbeşeker'i senin tahmin edemeyeceğin kadar sevdim" deyişi. Müzikli videoyu izledikten sonra bu sahneyi de buldum hemen, şurdan izleyebilirsiniz mesela, böylece ilk hizmetimizi de verelim.

Güzel bir aşk hikayesi de içerse de bundan çok öte bir eser Çalıkuşu. O dönemin toplumunun kadına bakış açısı, genç bir kızın o toplumda ayakta kalma çabası dışında savaş dönemini de ucundan kıyısından ama gayet etkileyici bir şekilde işler dizi. Çalıkuşunun, Gülbeşeker'in yada Feride'nin -artık nasıl seslenmek isterseniz- hayatına giren ona güç veren, kalbini kırıp üzen, mutlu eden yada yüreğini yakarak yok olup giden tüm karakterler bize de aynı etkileri yapar. Herhalde en akılda kalanı Mine Çayıroğlu'nun canlandırdığı Munise karakteridir.



Son olarak diziyle ilgili birkaç önemli detaya girelim. Osman F. Seden yönetmenliğini yapmıştır, dizinin şahane ötesi kalbimde çok ayrı bir yeri olan müzikleri ise Esin Engin'e aittir ve şahane orkestrası tarafından icra edilmiştir. Diziyle ilgili bir başka ilginç detay ise yurtdışına da açılmış olmasıdır, belki de yurtdışına açılan ilk dizimizdir. Eski Sovyet ülkelerinde-Rusya da dahil- yayınlanmış ve hit olmuştur. Hatta hala daha arada sırada yayınlandığı bilinmektedir. Yani Çalıkuşu sadece bizim değil Rus gardaşlarımızın da çocukluk anılarından biri olmuştur.


Hala izlemeyen arkadaşlar varsa, youtube vb. yerlerden rahatça bulabilir sanırım ki bulup izlemeliler derhal. Ama tavsiyem Dvd veya Vcd'sini edinmeniz çünkü fiyatı gayet uygundu, online izleme yada indirme çilesinden çok daha mantıklı.

*Son olarak video eklemek isterim. Diziden sahneleri ve dizinin bence en güzel iki müziğini içeriyor, buradan izleyebilirsiniz, sanırım bir Özbek yapmış videoyu.