29 Haziran 2010 Salı

Yaşasın Yemek Yemek!

Başlık kendini ele veriyor, evet. Ben yemek yemeyi ziyadesiyle seven bir kulunuzum. Şu bloglarda her bir şey üzerine yazdık da, yaşamımızı idame ettirmemizi sağlayan yemekler üzerine yazmadık diyerek aldım sazı elime. Tabi bu yazı tamamiyle şahsi yeme alışkanlıklarımı anlatacak, öyle size faideli bilgiler sunmayacağım.


Önce en geriye dönmek, derinlere inmek icap ediyor bittabi. Çocukken yemeklerden öcüymüş gibi kaçardım, deyim yerindeyse yemek fobisine sahiptim. Masaya daha oturmadan sinirden karnıma ağrılar girer, bugün yemekten nasıl sıyırabilirim diye düşünürdüm. Oyunculuğum gelişti o sayede, top atılsa dahi uyanmayacak kadar derin uyumaktan, diş ağrısı taklidine kadar geniş bir yelpazede tek kişilik gösteriler sergiledim. Bir süre sonra ailem yutmamaya başladı tabi. O zamanlar ablamla ne zaman kavga etsek İskeletor diyerek sinirlerimi bozardı. Bense bu söze çok gücenir, yıtınarak ağlardım. Şimdi biri bana iskeletor dese boynuna atılıp, ulu insan yüce insan şeklinde tapınacağıma eminim :)

Somalili çocukları aratmayacak bir şekilde dolanırken, zavallı anne ve babama az çile çektirmedim. Katlanılması zor bir çocuktum ben. Bazen çok yaramazlaşırdım, bazense içime kapanır, kimsenin yüzüne bakmazdım. Yemek yemez, yolculuklarda kusar, sürekli cırcır olurdum. Annemin o yılları hiç iyi anmadığına eminim. İştah açıcı tozlara kadar denedi de bana mısın demedim.

İştahımın açılması ortaokul yıllarıma rastlar. Ergenlik bünyede yavaştan etkilerini göstermeye başlayınca ben de önüne geleni yutan bir hortuma dönüştüm. İlk başlarda sevinen ailem benim yavaştan semirmemle kaygılı bir yüzle beni izler oldular. En sonunda babamın çok ekmek yediğimi söylediği an alnımın ortasına saplanan okun acısını dün gibi hatırlarım.

Ortaokulda kilo almanın yanında, bir de her ergen gibi iğrenç giyinirdim. Kiloları saklamaya yarayacağını sandığım bol pantolonlar ve 5 beden büyük t-shirtlerle dolaşırdım. Tabi orda amacım biraz da imajdı. Malum asiydim, rock dinliyordum. Muhteşem (!) giyimimle bunu ele güne göstermeliydim.


Lisede artık uyanış zamanım gelmişti. Obez olmak istemiyorum şeklinde beynimde bir çığlık yankılanıyordu. Lise 2de artık dedim ki kilo vermeye çalışmanın (en azından) vaktidir. Bütün sınıf kızları olarak Lisedeki son 2 yılımız diyetle geçti. Kah verdik kah aldık. Böyle geçti yıllarım. O yıllardan şu güne sürekli kilo alıp veren bir bünye oldum çıktım. Özellikle kışın alma, yazın verme şeklinde bilinçsizce de olsa bir sistem kurdum kendime.

Yeme alışkanlıklarıma gelirsek, tüm bu boğaza düşkünlük maskesinin altında aslında her zararsız şeyi yutan biri yok. Bir kere etle arası pek iyi olmayan, sebzeye özellikle zeytinyağlısına bayılan biriyim. Kerevize, yoğurtlu semiz otuna ölürüm. Mantardan, bamyadan pek hoşlanmam, dana dışındaki tüm kırmızı etlerden, özellikle sakatat, kelle, paça, beyin gibi şeylerden hele ki ciğerden nefret ederim, ağzıma sürmem. Börek çöreğe bayılırım, hamur işi severim yani. Tatlılarla ise daha derin ve güçlü bir bağımız vardır.

Tatlılara geldiysek yeni bir paragraf açalım derim ben. Tatlının sütlüsünü severim, şerbetlisini sevsem de çok yiyemem, pasta ise bahsettiğimiz şey ölürüm. Yukardaki resmi yazıya eklememin ve L'i çok sevmemin nedeni belki de budur. Krokanlı ossun, Kestaneli ossun, Çikolatalı ossun bayılırım. Ancak asıl uzmanlık alanım meyveli pastadır. Eğer ortamda bir meyveli (hele ki muzlu) pasta varsa beni tanıyanlar hemen önümü açar, bana yol verirler. Ben sakin olmaya çalışarak olabilecek en büyük dilimi alır, inime çekilir ve homurtular çıkararak o pastayı yutarım. O arada çevremdekiler benimle olabildiğince az temas kurmaya özen gösterirler.

"Pekiii, Bu kadar konuştun da, yemek yapabilir misin?" diye merak edenler olabilir. 6 senedir ailesinden ayrı yaşayan biri olarak pişirdiğim yemek sayısı bir elin parmaklarına ancak ulaşmıştır. Bulgur pilavı, tarhana çorbası ve makarnadan ibaret olan bu yemekleri de birer kez yapmışlığım var, düşünün. Temizliğe varım ama benden yemek yapmamı beklemeyin, ben yemeden sorumluyum. Bu yüzden 6 senedir annemle adam gibi selamlaşamadım. Her yanlarına gittiğimde, annemi bir köşeye fırlatarak "Çekil önümden, yemekler nerde" şeklinde böğürür ve dev adımlarla hemen mutfağa yönelirim. Bir elimle buzdolabını tararken, diğeriyle mutfağın diğer ucundaki dolabı açar ve ailecek "hediye sepeti" dediğimiz, içi çikolata vb. mühimmatla dolu devasa yeşil sepeti karıştırmaya başlarım. Annem genelde bu sahneyi metanetle karşılar, bazen saatlerce aç vaziyette gelmişsem yanında bir zincir bulundurduğu da görülmüştür.

Bunu ben çektim. Yaz meyvelerini severim, yazdan da öte :)
Kısacası yemek yemeyi severim. Ergenlik dönemi zor geçti ama sonra çok şükür eski canavarlığımı kaybettim (bu pek inandırıcı olmadı ama). Bu yazıyı sabırla okuyan blogcu arkadaşlarımdan ricam lütfen sizler de yeme alışkanlıklarınızdan bahsedin, mümkünse en delirdiğiniz anlardan bahsederseniz müteşekkir olicim, kendimi yalnız hissetmiciim :)

28 Haziran 2010 Pazartesi

Ben Geldimmmm!


Merhaba gönül dostları, pek sevgili blogcu arkadaşlar!

Ben her daim yazıların ilk cümlesinde bir sıçma anı yaşarım. İlkokul ve sonrasındaki tüm kompozisyonlarım bu yüzden hep aynı cümlelerle başlamıştır. "İnsanlık varolduğundan beri...", "Dünya kurulduğundan beri..." vb. Yukardaki cümleyi bu yüzden görmezden gelin, gerçekten nasıl başlayacağımı bilemedim. Neyse artık yazının gelişme bölümüne yaklaştığıma göre rahatlayabilir ve meramımı sizlerle paylaşabilirim.

Bu blogu niye açtığımı ve amacımı merak ediyor olabilirsiniz, hemen açıklayayım. Aslında bir blogum vardı 4-5 aydır. O blogumu uzak doğu ile ilgilenen biri olarak tamamen o konu üzerine kurmuştum. Yani ismi cismi ve şu ana kadar yazdıklarımın % 99'u uzak doğu konseptine uygundu. Ancak son zamanlarda kaşınmaya başladım. Arada saçmalayasım, başka konulardan bahsedesim geldi, bunda bir sakınca yoktu aslında, ama ben blogumun formatına ters düştüğünden hep bir tereddüt yaşadım yazarken ve en sonunda ayrı bir blog açmaya karar verdim.


Tabi bunun başka nedenleri de var. Yıllarca Amerika odaklı bir hayat yaşadım. Yani Hollywood filmleri, Amerikan yapımı diziler izledim, ordan çıkmış müzik gruplarını dinledim falan. Ancak 1 yıldır uzak doğu ile ilgilenmeye başladım ve hemencecik Amerika'yı sattım :) Özellikle uzak doğuyu ilk keşfettiğim zamanlarda sattım diyelim. Bu kalleşçe bir hareketti, zira yıllarımı verdiğim bir şeye bu kadar rahat sırt çevirmem beni de şaşırtmıştı.


Ancak yine de böyle bir şeyden bu kadar kolay vazgeçmek görünüşte kolay olsa da pek öyle olmuyor. Baktım ki ben hala Tim Burton'ın yeni filmi, Chris Cornell'in özüne dönmesi, bara gidince çalan bir Muse parçası, True Blood'ın yeni sezonu karşısında heyecanlanan biriyim. O zaman dedim ki ben bloguma ihanet etmeyeyim, konseptini bozmayayım, ama uzak doğu haricinde her türlü mevzuda saçmalayabileceğim yeni bir alan yaratayım dedim ve bu blogu açıverdim bir kaç dakika önce.


Böyle bir planım vardı ama o bloga ne yazarım, blogun adı, sanı, başlığı ne olur hiç bilmiyordum. Yine nette dolanırken yapacak bir şey bulamadığım bir anda kendimi blogspot'u adres çıbığına yazarkene buluverdim. Diğeri wordpress farklılık olsun dedim, bakalım blogspottan memnun kalicek miyim? İki blogu birden yürütebilecek miyim? Şuraya adam gibi bir şeyler karalayabilecek miyim? Zamanla göriciiiz :)


Ne kadar saçma olursa olsun yorum yazmaktan çekinmeyin, ziyaret edin, beni yalnız bırakmayın canlar :)
Not: Tamam uzak doğu olmıcak diyip, daha ilk resimden kuralı bozmuş olabilirim ama arada bir resim koyma hakkım da olsun dimi?